15 Temmuz’un en önemli işkence merkezinde “resmi görevli” olarak çalışan doktor, kayıt altına aldığı, şahit olduğu işkenceleri ilk kez anlattı.
CEVHERİ GÜVEN
BOLD ÖZEL – OHAL döneminin işkence merkezlerinden en önemlisi Ankara Emniyeti’nin bahçesindeki spor salonuydu. Ankara TEM Şubenin gözaltı merkezi olarak kullandığı spor salonunda ilk hafta askerler, ardından siviller toplu halde gözaltında tutuldu.
800 ile 1000 kişi arasında insanın aynı anda gözaltında tutulduğu spor salonunda, dayak, darp, tecavüz, çıplak bırakma, tazyikli su, uykusuz bırakma, aç ve susuz bırakma gibi ağır işkence yöntemleri kullanıldı. Toplama kampında tutulan kurbanlardan bir kısmı mahkemelerde yaşadıklarını kayda geçirdi, medyaya açık biçimde konuşan ilk kurban ise Erhan Doğan oldu.
İlk kez o spor salonunda resmi görevli biri gördüklerini anlattı. 15 Temmuz’u takip eden haftada ‘Adli Muayene Doktoru’ olarak resmi sıfatla Ankara TEM Spor Salonunda görevlendirilen doktor, güvenlik gerekçesiyle ismini vermek istemiyor. Ancak gördüklerini tüm detaylarıyla anlattı.
“İŞKENCEYİ GÖRDÜM KAYDA GEÇİRDİM”
Onlarca askerin adlı muayenesini yapan doktorun anlattıkları şöyle:
“15 Temmuz darbe girişiminden birkaç gün sonra Kamu Hastaneler Birliği Ankara temsilciliğinden Merve isimli biri arayıp Ankara Emniyeti’nde görevlendirildiğimi ve hastanenin şoförünün beni almaya geleceği söylendi. Gittiğimde en önde yer alan pasaport dairesinin ön tarafı yıkıktı, beni arka tarafa TEM Şube ve Spor Salonunun ortasındaki boşluk alana götürdüler.
Ekipte farklı branşlardan, uzman ve asistan doktor karışık toplamda 6 doktor vardı. Bir kardiyoloğun olduğu söylendi ama dışarıda hazır bekleyen ambulansta ya da başka bir yerdeydi onu görmedim, bütün doktorlardan sorumlu olan kişi ise başhekim yardımcısı olan bir uzman doktordu. Bir iki tane de sağlık memuru getirilmişti.
Emniyete ilk geldiğimde peş peşe bariyerler vardı. Üç kontrol noktası geçtikten sonra Spor Salonu ve TEM şube arasında yer alan perdeyle kapatılmış alana geldim. Beni getiren polis beni bırakıp geri döndü. Perdenin arkasına geçtiğimde manzara korkunçtu. Birkaç masa konulmuş, doktorlar oturuyor, askerler tek sıra halinde dizilmişti. İlk gördüğüm manzara; doktorların önünde bir asker vardı, o esnada asker yerde debeleniyordu. Ayakta duramıyordu. Polisler kaldırıyorlardı, bayılıp tekrar düşüyordu. Kaldırıyorlardı, tekrar. Büyük ihtimal kafa travması vardı. Ben o manzarayı görünce şaşırdım. Sonradan bir çok kafa travması olan asker gördüm.
O kısım seyyar lamba ile aydınlatılmıştı. Bu alanın çok uygun olmadığını düşünmüş olacaklar ki, içerideki spor salonunun yanındaki, koşu bantlarının, fitness aletlerinin olduğu, tamamen aynalı kısmı adli muayene için ayarladılar ve bizi oraya geçirdiler.
Oda büyük beyaz lambalarla aydınlatıldı, jenaratör ile elektrik sağlanıyordu. Alındığımız odaya geçerken, yeri ahşap olan basketbol-voleybol sahasında parkelerin üstüne iç çamaşırlarıyla balık istifi oturtulmuş, elleri arkadan kelepçeli askerleri gördüm. 700- 800 civarı asker olduğunu tahmin ediyorum.
Bize en uzak alanda yuvarlak bir alanı boş bırakmışlardı ki orada oturtup dövüyorlardı diye düşünüyorum. Polislerin hepsinin elinde coplar vardı.
Spor salonunun ana giriş kapısının sağ yanındaki köşede herkesin kıyafetini üst üste atmışlardı, salonun tepesine kadar kıyafet dağı oluşmuştu. Pantolonlar, tişörtler, atletler üst üste. Daha sonra, orada sabit gördüğüm tek kadın polis olan, ismi galiba Elif`ti, “Adem Huduti’nin (orgeneral) takım elbisesi nerede” diye sordu. Onun takım elbisesini buraya atmayalım, pahalı bir şey, adam sorar kıyafetini diye. Anadolu Ajansı’nın yayınladığı genarellere işkence videosunda, Akın Öztürk’ün üstünde olan beyaz yeşil çizgili, Polo marka tişörtü bir erin giyip gittiğini söyleyip alay da ettiler. Yani orada genarellerin hepsi de soyulmuştu.
Herkes geldiğinde iç çamaşırına kadar soyuluyor, üstlerindeki her şey kayda alınmadan o kıyafet köşesine atılıyor, birini dışarı götürecekleri zaman da oradan rastgele bir kıyafet alınıyor, öylece götürülüyordu. Kıyafetleriyle getirilen yaklaşık kırk kişilik kursiyer teğmenlerden birinin güneş gözlüğünün, “Artık buna ihtiyacın yok” diyerek bir polis tarafından alındığını gördüm.
O akşam saat 21.00’dan itibaren sabah 09.00’a nöbeti devredene kadar Ankara Emniyeti’nin içinde tutuklu askerleri muayene etmeye ve adli muayene raporlarını düzenlemeye başladım. Gördüğüm her şeyi kayda geçirmeye çalıştım.
ASKERLERİN HEPSİ DÖVÜLMÜŞTÜ
Askerlerin hepsi dövülmüştü ama farklı oranlarda. Ben de klasik olarak adli muayenede sorduğumuz şekilde muayene için getirilen askerlere “darp cebir var mı?” diye soruyordum. Askerlerin hepsi “hayır, darp cebir yok” diyorlardı. Sadece iki üç tanesi “görmüyor musunuz” diye söylediler. Ben tabi muayene ediyorum, gördüğüm tüm lezyonları, vücudunun neresinde ne varsa yazıyordum. Ama aşağıdaki “darp cebir vardır” kısmını ya boş bıraktım, hatırlamıyorum ya da yoktu yazdım askerler ‘yoktur’ deyince.
Askerlere sürekli ‘darp cebir var mı’ diye sorunca elinde cop olan şişman göbekli bir polis ‘Bu ne soruyor ya, darp cebir var mı, diye’ diyerek üzerime yürüdü. Sonra koluna iki polis girip onu dışarıya çıkardılar. Her şeyi yazdığım ve soru sorduğum için üzerime yürüdü.
YARBAY ÜMİT GENCER’İN GÖZÜ İÇERİ ÇÖKMÜŞTÜ
Askerleri grup grup getiriyorlardı. 15 Temmuz gecesi TRT’de görüntüleri çıkan yarbay Ümit Gencer’i orada gördüm. Mahvetmişlerdi. İnsanın gözüne yumruk atıldığı zaman ya da beyzboll topu çarpınca burn out diye bir kırık meydana gelir, gözün kemiği olan orbita arkaya doğru kırılır ve çöker. Göz içe girer, gözün simetrisi bozulur, görme problemi meydana gelir. Onu çok özel ameliyat etmek lazım çünkü gözün arkasındaki sınır de kopabilir.
TOMOGRAFİSİNİ İSTEMEDİĞİM İÇİN PİŞMANIM
Ümit Gencer’in gözünün bir tanesi içine girmişti. Orbitası kırıktı muhtemelen. Nasıl bir yumruk vurdularsa. Yüzü zaten mahvolmuştu. Onun tomografisini istemediğim için hala çok pişmanım, aklıma gelmedi. Bazı kişiler için istemiştim. Ümit Gencer’in raporunu çok ayrıntılı yazdım. Sonra emniyetin doktoru ‘onun raporunu yana koyun’ dedi. Büyük ihtimal o raporu yok etmişlerdir sonradan. Zaten benim yazdığım raporların hepsini sonradan gelen bir doktora aynı saatli düzenlettirmiş olduklarını düşünüyorum. Çünkü kimsenin benim kadar ayrıntılı yazdığını sanmıyorum.
Siyah polo tişörtlü, siyah giyimli, belinde silah olan bir kişi vardı. Emniyet’in doktoru olduğunu söylediler. Güya doktormuş. Emniyetin çalışanı olduğu için adli muayeneye yapma izni yokmuş, bağımsız doktorların adli muayeneleri yapması gerektiği için 12 saatlik nöbetler halinde dışarıdan doktorlar getirmişler. Başımızdaki başhekim yardımcısı ve polisler bizi sürekli kontrol ediyorlardı.
AKIN ÖZTÜRK’ÜN DAMADI İÇİN “BIRAKIN ÖLSÜN” DEDİLER
F-16 pilotu olduğunu söyledikleri uzun boylu kaslı birisini getirdiler. Akın Öztürk’ün damadı pilot yarbay Hakan Karakuş olduğunu düşünüyorum. Ben onu “Katar elçilik çalışanları pilot dövdü” haberinden ötürü medyada görmüştüm, biliyordum. ‘Bu Akın Öztürk’ün damadı mı?’ diye sesli sordum. ‘Yok ya benziyor’ dediler. Kafasının alın bölgesi, tek taraflı, bariz fark edilir şekilde kocaman şişmişti. Ayakta duramıyordu, büyük ihtimal kafa kemiği kırılmıştı, kaldırıyorlar yere düşüyor. İçeri girdiğinde yere düşüyordu, kaldırmaya çalışıyorlar tekrar düşüyordu. Emniyetin doktoru ‘bırakın ölsün’ dedi. Orada beyin cerrahi vardı ben de ‘Müdahale ettirecek misin, hastaneye gönderecek misin?’ dedim. ‘Yok yok, revire alın ben gidip kontrol ederim, bi tansiyonunu ölçelim’ dedi. Kafa travmalarında tansiyon değişiyor, kalp hızı değişiyor. Bir de kafa travmasında şöyle bir şey var, kafasında kırık varsa yoğun bakımda gözlem altında tutman gerekiyor. Ameliyat yapamıyorsun çünkü. Ben sabaha doğru beyin cerrahına ‘Baktın mı?’ diye sordum tekrar. ‘İyi iyi’ diyerek geçiştirdi.
O GECEYE DAİR EN BÜYÜK PİŞMANLIĞIM
Üç tane asker getirmişlerdi. O geceye dair benim en büyük pişmanlığım. Muayenenin başında ‘ağrıyan bir yerin var mı’ diye soruyorsun. Ben sorunca ikisi ya da üçü kalça kısmını gösterdiler. Sessizce ‘Arka tarafımız ağrıyor’ dediler. Normalde hepsi korkudan ‘darp cebir yoktur’ diyorlardı ama onlar böyle ‘arka tarafımız ağrıyor’ deyince dikkatimi çekti. Üzerlerinde kilotları var. Ben de kilotlarının arka taraflarını hafifçe indirip kalçanın üst kısmına şakrum dediğimiz yerlere üstten yüzeysel bakıp tıbbi deyişle sadece gözle muayene edip, ‘arkanızda görünen bir şey yok’ diye cevap verdim.
Hayatımda ilk kez böyle korkunç bir şeyle karşılaşıyorum, polisler hangi işkence metodlarını kullanırlar hiçbir fikrim yok, askerlere fiili ya da copla tecavüz etmiş olabilecekleri o an hiç aklıma gelmedi. Adamların ‘arkamız ağrıyor’ derken makatlarını kastettiklerini düşünemedim, bu yüzden ‘eğilin bakacağım’ demedim. Bir de herkesin ortasında muayene yapıyorsun, herkes yan yana oturmuş, polis de odada. Ben ‘bir şey yok” deyince kafalarını salladılar, üzgün biçimde. Büyük ihtimal tecavüz vardı ve askerler o şekilde dertlerini anlatmaya çalıştılar, ama ben o an anlamadım.
ASKERLER DAYANIKLIYDI, SİVİL MEMURLAR ÇOK KORKMUŞLARDI
Kolunda iki polisle üzerinde kıyafetleri olan, gözü bağlı birini getirdiler. Üzerinde kıyafetlerinin olmasına şaşırdım. Onun Genelkurmay Başkanlığı’nda sivil memur olduğunu, darbe planını yazanlardan biri olduğunu söylediler. Muayene için gözlerini açmaları gerekiyordu. Koluna giren iki polis profesyonel bir şekilde ‘Bizi görmesin’ diyerek, tek hamleyle, gözlerini açarken arkasına geçip kendilerini göstermediler. Adama ne yaptılarsa, sürekli yere düşüyordu. Kaldırıyorlardı yere düşüyorlardı. Tansiyon ve kalp hastası olduğunu ifade etti, adli muayenesi yazıldıktan sonra, tekrar gözünü bağlayıp götürdüler.
Sivil memurlar çok çok korkmuşlardı, hepsi titriyordu, askerler o kadar işkenceye rağmen pozitif görünüyorlardı. Daha sonra bir polis attıkları dayaklar karşısında askerlerin direnci için “Hocam vuruyoruz vuruyoruz adamlar yere düşmüyor” demişti, askerlerin kondisyonları iyiymiş, kendince bunu ifade ediyor. Yani bunlar Türkiye askeri, kondisyonları iyiyse o polislerin sevinmeleri lazım ama vurup da deviremedikleri için üzülüyorlar.
KADIN TUTUKLULAR
O gece bir kadın getirdiler. Uzun boylu iki kadın polis koluna girmişti. Getirdikleri kadın için ‘Bir askeri hastanede hemşireymiş’ dediler. Kadın çok zayıf, kısa saçlı biriydi. Üstünde bir pantolon ve beyaz renkli tişört vardı. Altında sutyen veya atlet yoktu. Kadın yaprak gibi titriyordu. Darp cebir var mı diye sordum “yok” dedi. Vücudunda iz yoktu, yanağında kızarıklık vardı belki bir yumruk atılmıştır. Ama çok korkar vaziyetteydi.
YAVER DEDİKLERİ KİŞİYİ ÇOK DÖVMÜŞLERDİ
Tayyip Erdoğan’ın Başyaveri Albay Ali Yazıcı, benim yanım oturan doktor tarafından muayene edildi. O odadan çıkınca onun cumhurbaşkanının yaveri olduğu konuşuldu.
Bir asker vardı, başından çok darbe almıştı, yüzü mahvedilmişti. Ona polisler “yaver, yaver” diyorlardı. Adam “ben kimsenin yaveri değilim” dedi. Yalan söyleme lan diyorlardı. O askeri tomografiye gönderdim, dışarıda bir ambulans vardı ve biz bu şekilde ekstra tetkik istediğimizde ambulans bu kişileri Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesine götürüyordu. Askerleri hastanenin arka kapısından gizlice içeri alıyorlarmış ki halk ile karşılaşmasınlar diye.
Tomografi raporunda yanak kemiği (maksilla) ve burnunun kırık olduğu yazıyordu. Adli raporunu bir acil tıp uzmanı doldurmuştu ve sadece “Tomografi raporu, maksilla ve nazal kemiği kırık” diye not düşmüştü. Bir acil uzmanının, tıp fakültesinde öğrendiğimize muhalif olarak bu kadar yüzeysel rapor yazması o geceki şaşkınlıklarımdan biriydi.
Şiddet gören bir kadının adli raporunu da bu yüzeysellikte mi dolduruyor merak ediyorum doğrusu. Adli raporuna ben her şeyi ayrıntılı yazıyordum; maksillasında şu çapta kırık var, vücudunda şu çapta şuralarda lezyon var gibi. Adı Kerem’di doktorun yanlış hatırlamıyorsam, hiçbir lezyonu yazmamış. Oysa adamın yüzü çok kötüydü ve polisler dalga geçer gibi, ‘Hocam bu adam tankın içinden çıkarken tank kapağı bunun yüzüne düşmüş, o yüzden öyle ’ diyorlardı, askere de bunu onaylatıyorlardı. Halbuki bariz kendileri yapmışlardı. Bu askeri hastaneye gönderirken kendisine aşırı küçük gelen bir pantolon giydirmişlerdi ve bu da alay konusu olmuştu. Daha sonra okuduğum mahkeme tutanaklarına dayanarak bu kişinin yarbay Ertuğrul Terzi olduğunu düşünüyorum.
BİLEKLERİNDE İLTİHAPLI YARALAR VARDI
Gözaltındaki kişilere ters kelepçe yapıyorlardı, plastik kelepçeyle. Kelepçeyi de çok sıkıyorlardı. Hemen hepsinin bilekleri kesilmişti. Polislere dedim, ‘Bu kelepçeleri sıkıyorsunuz, el bileğinde iki kemik var cilde çok yakın, üzerinde yağ dokusu yok. Bu adamlar kemik enfeksiyonu kapsa, tedavisi çok zor. Adamların ellerini kesmek lazım’, ‘bu kadar önemsemeyin’ diye cevap verdiler. Muayene ederken kelepçelerini açtırdığım herkesin bileklerinde iltihaplı yaralar oluşmuştu. Ben hepsi için pansuman istedim. Bir süre sonra sağlık memurları ‘yeterli malzeme yok, artık pansuman istemeyin’ dediler.
UYGURLARA YAPILAN İŞKENCE YÖNTEMİ
Askerleri dizlerinin üstüne oturtup öne eğiyorlardı, arkadan kelepçeli secde pozisyonu. Uygurlara yapılan işkence gibi. O pozisyonda oturtulan kişide kaslarda kasılmalar, sınır çevresinde ödem ve eklem kontraksiyonları gelişiyor. Askerler uzun süre öyle oturtulduğu için, Peroneal sinir ödem nedeniyle çalışmıyordu ve bu düşük ayak sendromuna sebep olmuştu, bu durumda kişi ördek gibi yürüyor, ayak arkaya çekilmiyor. Askerler geldi yürüyemiyorlar, ayaklarını pat pat diye vuruyorlar. Ortopedist, ‘bunlar düşük ayak olmuş’ deyip geçti.
GATA’DAKİ PROFESÖR AYNAYA BAKTI: YÜZÜMÜ MAHVETMİŞLER
Bir asker geldi, tam bizim oturduğumuz yerin arkasında spor salonunun aynalı duvarı vardı. Asker kendisini aynada görünce ‘Ya benim yüzümü mahvetmişler’ dedi. Sonra ‘Ben de doktorum’ dedi. Adam GATA’da kulak burun boğaz profesörüymüş, aynı zamanda albay. Bize ne yapmışlar böyle şeklinde aynaya bakıp geçip gitti. Zaten askerlerin çoğunun burnu kırılmıştı sanırım, darp maruziyetinde yüzde en kolay kırılan kemik.
GENERALLERE GÜNLERCE SU VERMEMİŞLERDİ
Spor salonunda erden, albaya kadar bütün rütbeli askerler vardı. Ben gittiğimde Akın Öztürk gibi generalleri yine emniyetin içinde başka odaya almışlardı. Albay üstü rütbeleri olan, tümgeneral, orgenaral gibi 40-50 asker. Onları da o gece muayene etmek gerekti. Ama ben herkesin muayenesini ayrıntılı yazdığım için onları muayene etmek için beni değil başka bir doktoru götürdüler. Doktorların çoğu muayene yapmak için isteksizdi. Doktor arkadaş generalleri muayene edip geldi. Gördüklerini sordum o da kısmen anlattı. Generaller kendilerine üç gündür su verilmediğini, “siz vatan hainisiniz size su bile fazla’ dediklerini söylemişler, doktora ‘hocam suyunuz var mı’ diye sormuşlar.
Giderken yanımda kutu içecek götürmüştüm, muayene için önüme gelen askerden birinin ilk sözü ‘içebilir miyim’ oldu.
MANİSA’DAN ÖZEL OLARAK GELDİK
Dövme işini bütün polisler yapmıyordu sanırım. Polislerden biri “Biz Manisa’dan bu iş için özel geldik” dedi. Sağlık çalışanları tuvalet ihtiyacını karşılamak için başka bir binaya giderken askerlerin oturtulduğu alandan geçmek zorundaydılar. Gece 11 civarı gelen polis grubunun başında olan, uzun boylu, esmer, beyaz saçlı 40`lı yaşlarında, elinde cop olan bir polis bizim muayene ettiğimiz odaya gelip, doktorlar bir daha buradan geçmeyecek dedi ve bulunduğumuz odanın arka tarafında yer alan kapıyı açtılar. Böylece biz askerleri toplu tutuldukları alanda bir daha görmemiş olduk. Sadece muayene esnasında gördük. İçeriden acayip bağırma sesleri geliyordu. O ekip profesyonel işkenceye başladığı için böyle bir önlem almış olmaları muhtemel.
Orada işkence, rütbelerine göreydi. Mesela TRT’deki Ümit isimli subayı herkes tanıdığı için onu daha çok dövmüşler. İçeride askerleri rütbelerine göre oturtmuşlardı. Bir albayı yarbayların arasına oturtmuşlar. Sonra albay rütbesini söyleyip albayların arasına geçmiş. Polisler diyorlardı ki, ‘Salak bilmiyor ki orada daha çok dayak yiyecek’
Elif isimli polis içeri gidip geldi, ayağını tutup ‘of ayağım’ dedi. İçeride insanları tekmelediği için kendi ayağı da acımış. Genç bir polis yumruğunu sallayarak geldi. Yumruk atmaktan kendi eli de acımış. Arkadaşları da dedi ki ‘Oğlum o kadar da sert vurma.’ Aralarında bu tarz kendilerine göre esprili konuşmalar oluyordu.
Bir de erlere dövdürüyorlardı rütbeli askerleri. Polisler sürekli erleri ‘Bunlar başınıza bu şerefsizlerin yüzünden geldi’ diyerek komutanlarını dövmeleri için tahrik ediyorlardı. Polisler kendi aralarında erlerin mahkemede bırakılacağını, suçları olmadığını söylüyorlardı. Ama bir iki tane dövmeli asker vardı. Polisler ‘Hocam bu erlerin bazıları halka ateş açmış, içlerinde psikopatlar var, onları tespit etmek lazım’ diyordu.
Biz oradayken kursiyer teğmenleri getirdiler. 30-40 tane. Kendi elbiseleriyle getirdiler. Hepsi şoktaydı. Muhtemelen onları da araçta getirirken dövmüşlerdi. Elbiselerini çıkarttırdılar. İçlerinden biri bana ‘sırtıma da bakacak mısınız’ dedi. Darbe almış.
“BU ŞEREFSİZ ASKERLER 10 BİN LİRA MAAŞ ALIYORLAR”
Askerleri tek tek değil 4-5’erli gruplar halinde getiriyorlardı. Doktor sayısı da o kadar olunca. İçeri sokunca arkalarını döndürüp yüzlerini duvara bakacak şekilde bekletiyorlardı. O sırada hakaret çok ediyorlardı. Gelen albay ya da yarbay gibi üst rütbeliyse “çöpleri topla lan” diyerek etrafı temizlettiriyorlardı.
Darbe gecesinde polisler açısından iki travmatik olay vardı. İlki Gölbaşındaki Özel Harekat Merkezi’nin vurulması, ikincisi de TEM Müdürü Turgut Aslan’nın Jandarma Genel Komutanlığına toplantıya çağrılıp vurulması. Biri telefonundan Turgut Aslan’ın yerde yatan halini göstermişti. İkisinden ötürü askerlere çok sinirliydiler. O müdür emniyetin içinde sevilen biriymiş. Polisler ‘Bu şerefsiz askerler 10 bin lira maaş alıyor, lüks tesislerde yaşıyorlar, oradaki her şeyi ucuza alıyorlar, bunları doyurmanın mümkünatı yok, üstüne de bu vatana bu ihaneti yaptılar’ minvalde askerlerin aleyhinde konuşuyorlardı, bu yüzden aşırı öfkeliydiler.
Orada psikolojik olarak başka bir gözlem ise askerlerle konuşurken yanımdaki doktor bir askere ‘Siz darbe mi yaptınız gerçekten’ diye sordu. O asker sessizce ‘Bizi öyle bir tuzağa düşürdüler ki’ diye cevap verdi. Ama çok dövülen biri artık işkencenin etkisiyle alaylı bir şekilde ‘Evet, evet biz darbe yapıyorduk’ dedi.
MUAYENE İÇİN GETİRİLEN HAKİMLER
Ayrıca o gece 6 tane hakim muayene ettim. Sivil hakimdi hepsi. Birisi de Yargıtay tetkik hakimiydi. Kısa boylu minyon biri. Hakimleri odaya getirmeden önce polisler dediler ki ‘Bu şerefsizler bütün yasaları biliyor, bunları herkesin ortasında muayene edersek, bunlar doktorla baş başa kalmamız gerekiyor filan derler.’ O yüzden paravan gibi bir yer yaptılar. Hakimlerde işkence bulgusu yoktu, ama hepsinin gözlerinde korku vardı, anlamsız bir şekilde bakıyorlardı, ayrıca bizim olduğumuz kısma gelirken askerleri görerek gelmişlerdi. Gece 2-3 gibi getirildiler, hepsi uykuluydu. Hakimleri ayrı bir yerde tutuyorlardı.
POLİSLER STRES ALTINDA BIRAKILMIŞTI
Orada polisler de düzenli yemek yiyemiyorlardı, uzun zaman çalıştırılmışlardı, uykusuz ve streslilerdi. 800 kişiyi topluca gözaltında tutmak büyük problem, bu kişilerin yiyeceğiyle içeceğiyle ilgilenecekleri bir ortam yoktu. Polislerin de doğru düzgün yemek yemediği belliydi. Askerlere günlük düzenli yemek ve su ayarlanabilecek bir durum yoktu. Askerlerin bilgilerini lap-top’a yazan bir polis vardı, yaklaşık üç gündür birkaç saatlik uykuyla durduğunu söyledi, ben de uyuyup istirahat etseniz dediğimde ‘Kayıt işini sadece benim yapmam gerek’ diye cevap verdi. Askerlerden biri kendisine ‘Hocam’ diye hitap edince, “Hocan Pensilvanya’da lan” dedi. Ayrıca rütbesini söylerken albayım, yarbayım diye iyelik eki kullanan askerlere, ‘Albaydın!, Yarbaydın!’ diye geçmiş zaman kipiyle cevap veriyordu.
GÖREVİMİ YAPMAYA ÇALIŞTIM
Oradaki askerlerden durumu ağır olanların tedavi edilmesiyle ilgili Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi görevlendirilmişti. Biz sevk edersek kapıda bekleyen ambulansla oraya gönderiyorlardı. Adamın artık damarı mı koptu veya başka bir şey mi oldu, elimizde kalmasın diye oraya gönderiyorlardı. Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesinin alt katındaki yataklı servis, sonradan duyduğuma göre tamamen işkence gören askerlere ayrılmıştı. Plastik cerrahlar askerlerin büyük yaralarını kapatıyorlardı. Birçok doktor o süreci keşke anlatsa, çünkü yaraları, büyük yaralanmaları doktorlar ameliyat etti, bu bir gerçek.
Oraya ilk gittiğim andan itibaren, görevimi yapmaya çalıştım, gördüğüm her şeyi rapora olabildiğince detaylı yazmaya çalıştım. Durumu kötü olan askerleri hastaneye sevk ettirmek için talepte bulundum, bazılarına pansuman yaptırdım. Gördüğüm her şeyi kayıt altına almam nedeniyle, o gece ‘siz biraz dinlenin’ diye arka kısma geçirildim, sonra çalıştığım yerde de devam edemeyeceğimi anlayınca mesleği bıraktım. O gün muayene ettiğim herkes çeşitli ölçülerde işkence görmüştü. Spor salonunda o şartlarda insanları tutmak başlı başına işkenceydi.