15 Temmuz’da ve OHAL sürecinde görev alan işkencecileri korumak için çıkartılan KHK’lar işkencecileri kurtaracak mı? Benzer düzenlemeler farklı ülkelerde işkencecileri korumaya yetmedi.

FATİH YURTSEVER

BOLD ANALİZ – Uluslararası hukuk yapılacak diğer hukuki düzenlemelere yol göstermesi için bazı ilkeleri buyruk kural (jus cogens) olarak kabul ediyor. Uluslararası teamül hukukunda yer alan buyruk kurallar, diğer bir deyişle jus cogens, uluslararası toplumun yapısı ve işleyişi açısından son derece önemli olan ve resmi olarak onaylanmasa bile, devletleri bağlayan kurallar. Devletlerin hiçbir şekilde buyruk kurallara aykırı davranmaya veya onları protesto etmeye hakları yok.

Soykırım, işkence ve saldırı amacıyla savaş başlatılmasının yasak olması önemli buyruk kural örnekleri.

Ancak buna rağmen Türkiye’de 15 Temmuz sonrasında kurulan tek adam rejimini tahkim etmek ve muhalif olarak görülen kesimlerin direncini kırmak için devletin resmi görevlileri tarafından sistematik ve yaygın olarak işkence suçu işlenmeye devam ediyor. Hatta Erdoğan rejimi işkencenin devamı için 15 Temmuz gecesi ve devamındaki OHAL döneminde yaşanan işkence olaylarına karışanları sorumluluktan kurtarmaya yönelik olarak 696 no’lu KHK’yı çıkardı.

KORUMA KALKANI

Bu KHK’nın 121. maddesine göre, “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır” denilerek işkence suçlularına karşı koruma kalkanı sağlandı. Peki gerçekten bu KHK işkenceye karışan insanların ölümüne neden olan suçluları korumak için gerekli hukuki güvenceyi sağlıyor mu?

İşkence suçu, bütün ulusal, uluslararası ve bölgesel mahkemeler tarafından yasaklanan bir eylem olarak kabul ediliyor. Uluslararası teamül hukuku işkencenin önlenmesini buyruk kural olarak düzenlediği için, işkencecileri korumaya yönelik olarak yapılan her türlü hukuki düzenleme de kadük hale geliyor. Uluslararası mahkemelerin işkence suçu kapsamında verdiği kararlar incelendiğinde (Prosecutor ve Frundzija, Abu Zubaydah ve Lithuania), devletlerin herkese karşı (Erga Omnes), işkenceye başvurmama sorumluluğu olduğu görülüyor.

HER KOŞULDA SUÇ

Hangi davranışların işkence suçu kapsamında girdiğini belirlemek için Türkiye’nin de taraf olduğu “BM İşkence ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme-1984” deki işkence suçunun tanımına bakmak gerekiyor. Bu Sözleşmeye göre işkence; “bir şahsa veya bir üçüncü şahsa, bu şahsın veya üçüncü şahsın işlediği veya işlediğinden şüphe edilen bir fiil sebebiyle, cezalandırmak amacıyla bilgi veya itiraf elde etmek için veya ayrım gözeten herhangi bir sebep dolayısıyla bir kamu görevlisinin veya bu sıfatla hareket eden bir başka şahsın teşviki veya rızası veya muvafakatiyle uygulanan fiziki veya manevi ağır acı veya ızdırap veren bir fiil anlamına gelir.”

Bu sözleşmenin ikinci maddesine göre; savaş ve olağanüstü hâl durumları da dâhil olmak üzere her durum ve koşul altında işkence yapılmasının suç olduğu belirtiliyor.

İşkencenin tanımında üç husus öne çıkıyor. Birincisi kasıtlı olarak şiddetli acı çektirme, ikincisi ayrımcılığa dayanan sindirme, cezalandırma, bilgi elde etmek için fiziki veya psikolojik zor kullanma ve son olarak devlet otoritesinin izni, onayı veya kışkırtmasının mevcut olması. Bu koşullar oluştuğunda uluslararası mahkemeler işkence suçunun varlığını kabul ediyor. Uluslararası İşkence Mağdurları Rehabilitasyon Konseyi (IRCT)’ye göre işkencede yaygın olarak kullanılan işkence yöntemleri; dayak, elektrik verme, boğma, yakma ve cinsel saldırı.

İstanbul’da 2004 yılında onaylanan “BM İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı, Aşağılayıcı Muamele veya Cezaların Etkili Biçimde Soruşturulması ve Belgelendirilmesi için El Kılavuzu’na göre ise; devletlerin işkence suçu ile ilgili iddiaları etkin bir şekilde soruşturma sorumlulukları bulunuyor. İstanbul Protokolü’ne göre işkencenin varlığının tespit edilmesinde doktorlara önemli görevler düşüyor. Doktorların etki altında kalmadan muayene yapabilmeleri için de birtakım kurallar belirlenmiş. Örneğin; muayene kelepçeli ve güvenlik görevlileri nezaretinde yapılamaz. Muayene esnasında güvenlik güçlerinin kötü muamelesi gibi herhangi bir sorunun yaşanması durumunda doktorların tutanak tutmaları gerekiyor.

KRİTİK ÖNEMİ VAR

Devletlerin işkenceyi soruşturma sorumlulukları kapsamında, “bağımsız mahkemelerin” tutumları işkence suçuna karışma ihtimali olan resmi görevlilerin caydırılmasını sağlayacağından kritik bir öneme haiz. Mağdur ve tanıkların ifadelerinden hareketle mahkemelerin etkin bir hukuki süreç yürütmesi gerekiyor. Normalde ceza hukukunda şüpheden sanık yararlanırken, işkence suçunda yeterli delil bulunmaması halinde bile işkencecilerin hukuki sorumluluktan kurtulmaları zor.

İstanbul Protokolü’nde ifade edildiği üzere, devlet görevlilerinin işkence suçunun faili olmalarından dolayı delillerin karartılması mümkündür. Bu durumda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Assenov ve Diğerleri & Bulgaristan (90/1997/874/1086) davasında işkence şüphesini destekleyen bir takım bilgilere istinaden polisleri suçlu bulması gibi, ulusal mahkemelerin de özellikle devlet görevlilerinin bulaştığı işkence suçlarında, delillerin karartılmasına karşı mağduru koruyacak şekilde bir kararlar alıyorlar.

Her ne kadar 15 Temmuz sonrasında hukuk devleti askıya olunmuş olsa da Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Türk Ceza Hukuku’nda da işkence suçunun önlenmesine dair caydırıcı hükümler bulunuyor. Anayasa’nın 17. maddesine göre “Kimseye işkence eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz”. Yine Türk Ceza Kanunun 77. Maddesine göre “Aşağıdaki fiillerin (İşkence, eziyet veya köleleştirme), siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli olarak işlenmesi, insanlığa karşı suç oluşturur.”

SOYKIRIM SUÇU KAPSAMINDA

Türk Ceza Kanunu’nun 76. maddesine göre kişilerin bedensel ve ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme ve bir grubu tamamen yok edilmesini doğuracak sonuçlar doğuracak uygulamalar soykırım suçu kapsamında değerlendirilir ve soykırım suçunun faillerine ağırlaştırılmış müebbet cezası verilir.

Ulusal ve uluslararası hukuk kuralları bu kadar açık bir şekilde işkence suçunu yasaklarken şu an içerisinde bulunduğumuz durumun geçici olduğunu söylemek kehanet olmasa gerek. 15 Temmuz ve sonrasında işkence suçuna bulaşan devlet görevlilerini gelecekte zor günler bekliyor. Öncelikle, işkence suçu iddialarından en kolay kurtulacak grup, herhangi bir yazılı talimatı olmayan ve fiili olarak işkence yapmayan politikacılar olacaktır. Mavi Marmara örneğinde olduğu gibi politikacılar, hukuki sonucu olan bir durum ile karşılaşıldığında inkâr yolunu tercih ederek cezai sorumluluktan kaçınmaya çalışacaktır.

Aynı durum işkence suçunu işleyen ve sorumluluğu olan diğer devlet görevlileri için geçerli olmayacaktır. Burada akla şu gelebilir. Daha önce Türkiye’de işkence suçu işleyen birçok devlet görevlisi 12 Eylül döneminde olduğu gibi yargılanmadı. Ancak burada gözden kaçırılan çok önemli bir husus var. Günümüzde internet ve sosyal medya vasıtası ile en ücra bir kasabada bile yaşanan kötü muameleler kayıt altına alınıyor. Ayrıca, devlet görevlilerinin tamamının işkenceyi onayladığını düşünmek de doğru değil. Ankara ve Mersin Emniyet Müdürlüklerinde aleni bir şekilde işlenen işkence suçları gibi hususlar ile ilgili gelecekte yapılacak yargılamalarda, o kurumda çalışan vicdanlı devlet görevlilerinin verecekleri ifadeler, işkencecilerin mahkûm edilmesi için yeterli olacaktır.

NAZİ DÖNEMİ UYGULAMALARI

Erdoğan rejimi göz boyamak ve işkencecilere cesaret vermek adına onları korumak için 696 no’lu KHK’yı çıkarsa da bu düzenlemenin uluslararası hukuk kuralları nezdinde hiçbir geçerliliği yoktur. Nazi dönemi yargılamaları bunun en bariz örneği. Güç insanların gözlerini kör edebilir ancak bugün siyasi menfaatler adına susan uluslararası toplum yarın alacak bir şeyi kalmadığında mutlaka her şeyi ortaya dökecektir. O zaman bu işten en kolay sıyrılacak olanlar yazılı emir vermeyen siyasiler olacaktır. Diğer devlet görevlileri ne yaptıklarını bilmiyorlarsa uykudan uyandıklarında görecekleri şey gerçek bir kabus olacaktır.